Home Up ΕΝΤΥΠΩΣΕΙΣ ΠΕΡΙΕΧΟΜΕΝΑ ΕΙΚΟΝΕΣ 1821 &  Μ. ΡΕΥΜΑ

Tarihçe

    Home Up

Rumlar ve Rum Kültürü

 Türkçede Rum denince, Hıristiyan Ortodoks mezhebinden olan ve Yunanca konuşan kimse anlaşılır. Rum, Romeos (Romalı) sözcüğünden bozularak günümüze ulaşmış bie terimdir. Tarih içinde siyasi, ekonomik, kültürel anlam değişikliklerine bağlı olarak başka anlamlarda da kullanılagelmiştir.

Rum Cemaatleri
 
 
 
 
 
 
 
İstanbul, Osmanlılar tarafından fethi sırasında yağmalandığı ve halkı köle olarak (bir kısmı İstanbul dışına) satıldığı için II. Mehmed kenti yeniden canlandırmak gereğini duydu. Kentin nüfusu zaten fetihten önce de iyice azalmıştı; Rumların sayısı 50.000 kadardı. Yeni sakinler Müslüman Türkler ile çeşitli Hıristiyan topluluklardan oluştu.
Rumlar genel olarak denize yakın ve Müslüman halkın yaşadığı merkezlerden uzak yörelerde yerleştirildiler. Sonradan İstanbul'a gelen Rumlar da aynı yörelere yöneldiler. Bu yerleşim bölgeleri eski kiliselerin bulunduğu yerlerden saptanabilir. Beyoğlu'nun daha oluşmadığı 19. yy öncesinde Epirliler (genelde ekmek fırını işletirlerdi ya da öğretmendiler) Ayios Demetrios ve Ayios Yeoryios kiliselerinin etrafında, yani Edirnekapı'da Fevzi Paşa Caddesi ile surlar arasındaki Sarmaşık'ta yaşardı.
İnşaat işçileri Vlanga'da (Yenikapı'da) Ayios Teodoros Kilisesi civarında; Kaşıkadalı (Marmara Adası'nın yakınındadır) kayıkçılar Hasköy'de Ayia Paraskevi yakınında; Sakızlı tüccar ve gemiciler Galata'da İoannes Prodromos Kilisesi etrafında ve ayrıca Tatavla'da (bugün Kurtuluş), Haliç'te Yemiş İskelesi'nde; Manililer de (Güney Moralı) Tatavla'da; içkili aşevlerini işleten Konyalılar da Galata'nın Ayios Nikolaos Kilisesi yakınında bulunurdu. Kapadokyalı Karamanlılar Samatya'nın batısında Ayios Konstantinos Kilisesi civarında, Midillililer Kondoskali'de (Gedikpaşa), On İki Adalı kayıkçılar, Simi Adalı dalgıçlar ve Kalimnoslu süngerciler Galata'nın Balıkpazarı'nda yaşarlardı. Fener bölgesi ise daha çok bir tür "Bizans'' nüfusunu barındırırdı.
Surlar dışındaki kimi İstanbul yörelerinde Rumlar nüfusun önemli bir kesimini ya da çoğunlugunu oluşturdu. Galata'da Batılı tüccarlar ve gene ticaret yapan Yahudilerle Rumlar yarışırdı. Yarış hem ticaret alanında hem de "lüks" bir yaşam sürdürme alanında oldu. Üsküdar'da Rumlar Anadolu ticareti alanında çalıştılar. 17. yy'da Rum tüccarlar Fransız tüccarlarıyla rekabet etti, Rumlar ayrıca Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere, Çengelköy gibi yörelerde de yoğun olarak yaşadılar.
Osmanlı Devleti içinde Rumların en yoğun yaşadıkları bölge İstanbul'du. Kenar semtlerdeki genellikle küçük ve gösterişsiz olan kiliselerin etrafında barınan Rumların üst ve daha zengin kesimini, 18. yy'da tüccarlar, inşaat ustabaşıları, doktorlar, kuyumcular, saatçiler, tercümanlar oluşturdu. Bütün bu insanlar Rum milleti olarak "millet başı" olan patriğin yönetimi ve sorumluluğu altında yaşamakla birlikte kendilerine özgü "yerel cemaatler" de (koinotes) oluşturdular. Bu yerel cemaatlerle ilişkili bize varan bilgiler özellikle 18. ve 19. yy'daki cemaatlerle ilgilidir. Kendilerine özgü bir örgütlenme ve yönetim biçimi sergileyen bu cemaatler mahallelerde, köylerde ve adalarda görüldü.
Bu yerel cemaatlerin kökeni hakkında farklı görüşler vardır. Kimi tarihçilere göre antik dönemlerden beri süregelen bir toplumsal örgütlenme biçimiydi; kimilerine göre Osmanlı yönetimi sırasında genellikle vergilerin toplanmasını daha kolay kılmak için oluşturulmuş bir yönetim birimiydi; ya da Bizans döneminde yerel gereksinmeleri karşılamak için oluşturulmuşlardı. Kökenleri ne olursa olsun, bu küçük toplumsal birimler çok önemliydi. Rumlar yerel cemaatler içinde kimi alışkanlıklar ve inançlar edindiler; Ortodoks olmaları, millet sistemi içinde öteki milletlerden ve özellikle Müslüman topluluklardan ve devletten ayrı bir kimlik taşımaları, toplumsal bir birim olarak var olmak ve etkili olmak için örgütlü olmak gerektiği gibi. Bu yerel cemaatler vergi toplayan, yaşlılarını, yoksullarını koruyan, üyeleri arasındaki davaları halleden bir tür küçük özerk toplumsal birimler gibi çalıştılar.
Rumlar içinde yerel cemaatlere paralel olarak loncalar da gelişmişti. Dar meslek çıkarlarını korumak için kurulan bu loncalar din gruplarına göre ayrı ayrı örgütlenmişti. Ancak bu bir kural olmayıp, örneğin kürkçülerde olduğu gibi Müslüman ve Hıristiyan ortak loncalar da vardı.
Rumlar içinde Patrikhane ve Fenerlilerin bir bölümü tutucu güç sayılabilir. Osmanlı Devleti ve egemen güçlerle işbirliği içinde olan Patrikhane üst düzey yöneticileri ve Fenerlilerin ileri gelenlerinin bir bölümü Batı'da ortaya çıkan yeni aydınlanmacı-cumhuriyetçi ideolojinin karşısında yer almışlardı. Zaten yeni gelişmeler onları, geleneksel ayrıcalıklara sahip olan ''aristokrasiyi" ve ruhban sınıfını hedef almıştı. Patrikhane ve Fenerlilerin bir bölümü Yunanlıların demokratik bir düzen doğrultusundaki eylemlerine karşı çıktılar. Patrik Grigorios önce risaleler yayımlayarak demokratik güçlere karşı ideolojik bir mücadele başlattı ve nihayet ihtilalcileri aforoz etti. Özellikle aristokrasiye karşı olan, soyluların kellelerini, topraklarını alan, kilisenin servetine el koyan ve ''aşağı" sınıfları söz sahibi kılan yeni yönetim anlayışına karşı çıktılar.

Fetihten önce

MÖ 7. yüzyılda Boğazlar çevresine ilk yerleşenlerden Megaralılar, kentlerine, komutanlarının adı olan Bizas'ın adına atfen Bizantion dediler. MS 2. yüzyılın sonunda kenti ele geçiren Roma İmparatoru Septimius Severius'un karısı İmparatoriçe Antonnina'nın adı verildi. Nihayet 1. Constantinus zamanında, 11 Mayıs 330'da, kentin yeni kuruluşu kutlandı ve yeni adı resmen Constantinopolis olarak, Yeni Romalı dönemine başladı.
Constantinopolis'te yaşayan halkın kendisine Roma vatandaşı anlamında Rum demesi, Caracalla'nın, 212'de ilan ettiği ve Roma İmparatorluğu içinde serbest yurttaş olan (köle olmayan) tüm halkı eşit yurttaş sayan tarihi kararına kadar eskilere götürülebilir.
Resmi dili Latince olan Doğu Roma'nın başkentine ''Yeni Roma'' da denmişti.
Constantinopolis halkı Bizans döneminde kendisine "Rum" -Romeos-, Doğu Roma İmparatorluğu'na da Romania; kullandıkları dile ise Yunanca -Hellence- diyordu. Bu dönemin ayırıcı kimliğinde iki özellik göze çarpar: Ortodoks mezhebi ve bu dinden de kaynağını alan Yunanca.
 
Bizans ve Çevresi
 
9-13. yy'larda Rumları tehdit eden iki düşmanları vardı: Batıda Katolik dünya ve Doğu'da İslam dünyası. Bizans devleti ve halkı Doğu'dan ve Batı'dan sıkıştırılmakta, bu güçlere karşı toprak ve gelir kayıpları vererek gerilemekteydi. Bu dönemin edebi ve dinsel metinlerinde bu korkunun izlerine rastlanır.
Batı'da, Constantinopolis'i yeniden ele geçirmek amacıyla bir Haçlı seferi hazırlıklarının arkası kesilmemişti. Batı'yı durdurmak için en etkili silah, Katolik ve Ortodoks kiliselerin birleşmesi formülüydü; yani Katoliklerin ilkeleri ve Papa, Bizans'ın Ortodoks halkı tarafından tanınacak, Batı'nın mezhep sapkınları suçlaması etkisiz kılınacaktı. Bizans, yaşamının son dönemlerinde bu konuyu hep açık tutmuştu.

14. yy'da Bizans, Türkler ve Sırplar'a süregiden toprak kayıplarından sonra artık bütünüyle güçsüz ve etkisiz bir devlet durumuna düştü. Osmanlı toprakları ortasında kalan Konstantinopolis'in yöneticileri son ana kadar kiliselerin birleşmesini gündeme getirerek kurtuluşu Batı'da aradılar. Aralık 1452'de Ayasofya'da, papanın temsilcileriyle birlikte Katolik ayin yapıldı, İmparator birleşmeyi bir kez daha ve yeniden onaylarken, halk ve kimi din adamları aynı anda Pantokrator Manastırı'nda kendi mezheplerinden yana ayin yapıyorlardı. Her şeyin bittiğinin belli olduğu 28 Mayıs 1453 gecesi imparator ile halkın bir arada Ayasofya'da yaptıkları son ayin ise Ortodoks geleneğine göre yapıldı.
 
Anadolu'nun Türkleşmesi 
 
Rum dünyasının Türk yönetimi altına girmesi Constantinopolis'in alınmasından çok önce, 11. yüzyılda Türklerin Anadolu'ya girmesiyle başlamıştı. Bu dönemden başlayarak, Rumların tarihi doğrudan ve kesintisiz bir biçimde Türklerle ilişkilidir. Anadolu'da Rum toplumunun Türk-İslam yönetimi altında yaşamaya başladığı döneme sonraları Turkokratia (Türk yönetimi) demişler ve böyle bir egemenliğin bilincini taşımışlardır.
Türk boylarının Anadolu'ya yönelmelerinin ideolojik gerekçesi cihattı. Bu topraklarda iki farklı toplum karşı karşıya gelmişti: Yerleşik Hıristiyan toplum ve göçebe ya da yarı yerleşik bir toplum olan Müslüman Türkler. Güçsüzleşen ve yoksullaşan Bizans devletinin ordusu direnemiyordu. Ağır vergiler altında ezilen Rum halkı ise Türkler'in ilerlemesine karşı çıkmıyordu.
1373'ten sonra Bizans artık Osmanlıların vasalı durumundaydı; hareket özgürlüğünü bütünüyle yitirmişti. Osmanlılar Constantinopolis'teki taht kavgalarında söz ve karar sahibiydiler. Venedik ve Cenova'nın yönetimindeki eski Bizans topraklarında yaşayan Rumlarla, Anadolu'da Türklerin egemenliği altında yaşayan Rumların ekonomik ve dinsel özgürlükler açısından kıyaslanmaları İstanbul Rumlarınca da yapılıyor, tercih terazisi çoklukla Türklerden yana ağır basıyordu. Türk yönetimi altında yaşayan Rumlar ikinci sınıf halk muamelesi görüyordu, kafir sayılıyor, cizye ödüyor, çocuklarını devşirme usulü yüzünden kaybedebiliyordu; ama gene de koşullar göreceli olarak daha iyiydi. Türk egemenliğine giren yerlerde Bizans yasaları bütünüyle yürürlükten kalkmamıştı, din ve ticaret alanı daha serbestti, köylünün vergileri ve angaryaları Latinlerin egemenliğindeki yörelere göre daha hafifti. İmparatordan sonra en önemli kimse olan Lukas Notaras'ın ünlü Latin başlığını görmektense kentin içinde Türk'ün sarığını görmek daha iyidir! sözü bu kıyaslamanın özetidir.
Yaklaşık 400 yıl içinde (1071-1453) Anadolu Rum nüfusunda büyük bir düşüş oldu. Özellikle Anadolu Selçuklularının ortadan kalkmasından sonraki karışıklıklar, istikrarsızlık ve güvensizlik yıllarında nüfus azalması hızlı olmuştur. Ürün talanları ve köleleştirmeler bu dönemde sıklaşmış ve büyük yerel cemaatler erimiştir.
 
Selçuklu Döneminde Durum
 
Anadolu Selçuklularının ve sonraları Osmanlıların Anadolu'ya egemen olmalarıyla, Anadolu'da yaşayan Rumlar politik ve kültürel merkezleri olan Constantinopolis'in, Rum yönetici "aristokrasisi''nin, Ortodoks kilisesinin ve genel olarak Bizans'ın ekonomik etkilerinden ve etkinliklerinden yoksun kalmışlardı. Kilise bir yanda topraklarının ve gelirlerinin büyük bir bölümünü kaybetmiş, devletin lojistik desteğinden yoksun kalmış ve ayrıca daha önceleri Bizans bürokrasinin üstlendigi kimi devlet görevlerini de -yargı, cemaatin vergilerini toplamak gibi- üstlenmek zorunda kalmıştı.Rumlar, ikinci sınıf halk olarak görüldü. Ortodokslar kimi ek vergiler verirdi, bu cemaate pek anlamı olmayan ve yalnız düşük statülerini vurgulamaya yönelik kimi ilkeler -giyimde zorunlu renkler gibi- uygulanırdı, adalet önünde Müslümanlarla eşit konumda değillerdi, arada devşirme yöntemi ile çocuklarından oluyorlardı. Bu ikinci sınıf cemaat statüsü, Rumların kendi (dinlerinden ve soyundan olan) devletlerini yitirmelerinin kaçınılmaz sonucuydu. Bu koşullar altında halkın büyük bir bölümü genellikle "serbest iradeleriyle'' dinlerini değiştirip Müslüman oldu.
Birkaç yüzyıl içinde "Diyar-ı Rum'', Türklerin yeni yurduna dönüştü.

 
 
Osmanlı Dönemi

1453'te Konstantinopolis'in fethinden sonra Rumların yaşamında köklü değişiklikler oldu. Cemaatlerin varlığı, dinleri ve kimi hakları resmen tanındı; Fatih, Teodoros Agallianos'un söylevlerinden anlaşıldığına göre, Bizanslı danışmanlarının tavsiyesi doğrultusunda Ortodoks kilisesini yeniden kurdurdu. Kiliselerin birleşmesine karşı çıkmış olan II Gennadios Sholarios köle olarak satılmış olduğu Edirne'de bulunmuş, İstanbul'a getirtilmiş, Bizans geleneklerine uygun bir biçimde yeniden toplanan sinod tarafından patrik seçilmiş ve (gene Bizans'ta olduğu gibi) devletin başı olan sultanın da onayı ile tahtına oturmuştu.
İki cemaat, yani egemen ve Müslüman olan "yöneticiler''in cemaatiyle savaşta yenilmiş ama "boyun eğdikleri'' için varlıklarına izin verilmiş olan Ortodoks cemaat, İstanbul'da bu eşitsiz ilişkileri sürdürüp yeniden üreterek yaklaşık 500 yıl bir arada yaşadılar.
Sultanın bir beratla tanıdığı haklara imtiyazlar dendi. Güçlenen İstanbul kilisesi, Batı'nın Katolik dünyasına karşı bir zırh gibi kullanıldı, devletle işbirliği içinde, Ortodoksların aralıklarla İslam'a geçmelerine engel olamamakla birlikte, kiliselerin birleşmesi hesaplarına son vererek Katolikleşmeyi engelledi. Ortodoks Patrikhanesi İstanbullu Rumların bugüne dek süren en eski kurumlarıdır. Bizans'ın devamı sayılırsa yaklaşık 17 yy'lık bir yaşamı olmuştur.
 
Patrikhane
 
II. Mehmed'in sağladığı haklara göre kilisenin ve cemaatin başında sinod tarafından seçilen millet başı patrik vardı. Patriğin tüm Ortodoks halkların üstünde mutlak ruhani ve idari yetkileri vardı. Kilise, evlilik, miras gibi özel hukuk alanındaki davalara bakabilirdi. Sonraki yıllarda patrikler vergi işlerine de karışmaya başladılar. Patrikhane üç yönetim biriminden oluşurdu: Sinod, sinodun seçtigi patrik ve Patrikhane'nin ileri gelenleri. Ancak yönetime, sonraları Fenerliler sınıfını oluşturacak olan cemaatin zengin ve güçlü sivilleri, Katolik ya da Protestan yabancı büyükelçiler ve Osmanlı yöneticileri de karışırlardı.
Patrikler genellikle devlete sadık kaldılar. Ancak özellikle 1565-1620 arasında, Venedik, İspanya, Papa gibi Batıcı bir tutum içine giren patrikler de görüldü. Başkaldıran din adamları ise gene genellikle Batı'da eğitim görmüş, Rönesans'ın da etkisinde kalmış olan kimselerdi.
II. Mehmed'in sağladığı imtiyazlar sonraki yıllarda aynı içtenlikle sürdürülmedi. 1521'de İstanbul'da zorla İslamlaştırma girişimleri oldu, 1586'da ise Patrikhane'nin kilisesi camiye dönüştürüldü. 17. yy'ın ikinci yarısında, Girit Savaşı (1645-1669), Venedik'in Mora seferi (1684) ve Avusturya Savaşı (1682-1699) yüzünden Osmanlı yönetimi Hıristiyanlara karşı tutumunu sertleştirdi. Bu dönemde iki patrik (II. ve III. Partenios) asıldı.
Osmanlı yönetimi Rumların Batı Avrupa'daki Hıristiyan dünyası ile ilişkiler kurmasına, onlardan etkilenmesine ve özellikle onların inançlarını ve yöntemlerini benimsemelerine hoşgörüyle bakmadı. Zaten Rumlara sağlanan ayrıcalıkların temel amacı Ortodoksların Batı'yla olası bir işbirliğini engellemekti. 1484'te patrik, 1439'da varılmış olan kiliselerin birleşmesi kararını resmen bozdu. Katoliklerle ilişkiler koptu. Papanın eylem alanı, Osmanlı topraklarının dışında tutuldu.
Kilise ve Patrikhane kurumu, yönetim biçimi ve anlayış olarak 19. yy'a kadar göreli bir süreklilik sergiledi. Kilise-devlet ilişkilerinde kesin bir çatışma ve karşıtlık görülmedi. Avusturya ve Rusya gibi yabancı güçlerin girişimleri ve baskılarıyla Ortodokslara kimi ek haklar tanınmış, Rumların hakları yeniden doğrulanmış, kilise kurma hakkı tanınmıştı. Ancak 19. yy'a girerken Osmanlı Devleti'ne karşı Rumların direnci başladı. Kosmas Aitolos (1759-1779) dini kullanarak cemaat kimliğini vurguladı ve idamına kadar bir tür etnik bilinci yaygınlaştırmaya çalıştı.. Osmanlı yönetimi de kiliseye karşı daha kuşkulu oldu.
 
Yunan İhtilali ve Fener Döneminin Sonu


1821 'de Yunan ihtilali ile ''Fener dönemi" aniden son buldu. Patrik Grigorios sorumlu cemaat başı sıfatıyla, başka din adamları ve halktan kimseler ise gözdağı verme amacıyla idam edildi. Osmanlı yönetimi Fenerlilere artık güvenmedi, onları voyvodalık ve tercümanlık işlerinde kullanmadı. Karşılıklı güvensizlik, Osmanlı yönetimiyle Fenerliler arasındaki çatışmayı körükledi. Yunan ihtilali ile İstanbul'da başlatılmış olan sindirme hareketinin sonucunda Fenerlilerin bir bölümü Batı'ya, Rusya'ya ya da isyan bölgesi olan Mora'ya kaçtılar.
Fenerlilerin tarih içinde ikili işlevleri olduğu söylenebilir. Bir yanda kültür alanında, yani dil, yazı, edebiyat ve düşünce alanındaki katkılarıyla Yunan ulusçu gelişmelerinin temelini attılar, hatta Rumların örgütsel piramitinin başında bir tür yönetim özerkliği oluşturarak gelecekteki devlet örgütlenmesinin ilk nüvelerini ve deneyimlerini başlattılar, öte yanda ortaya çıkan ''çağdaş" düşüncelere karşı bir tutum içine de girdiler. Fenerliler kültür alanında ilerici, siyasal alanda tutucu oldular. Örneğin, bu ikili özelliği sergileyen bir Fenerli aydın D. Katarcis- Fotiadis'tir (1730-1807). İstanbullu Rumların da bu iki farklı görüşün arasında bölündükleri ya da bocaladıkları söylenebilir.
 
Yunan Devletinin Kuruluşu
 
1829'da Yunan devletinin kurulması Rumların yaşamında önemli bir aşamadır. O güne dek Osmanlı yönetimince bir cemaat olarak algılanan Rumlar, birden yabancı bir devletin, Yunan devletinin uzantısı, hatta beşinci kolu diye algılanmaya başlandı. ''Devlet" bu cemaate karşı güvensizlik duydu; Rumlar da devlete karşı yabancılaşmaya başladı. Fenerlilerin ve genel olarak Rumların devlet görevleri üstlenmeleri kısıtlandı.
İstanbul'daki tutucu Rum kesimle yeni kurulan ulusçu Yunan devleti arasında sürtüşme uzun süre gündemde kaldı. Yunan devletinin ilk eylemlerinden biri İstanbul Patrikhanesi'nden bağımsız kendi özerk kilisesini kurmak oldu. İki kilise arasındaki ilişkiler ancak 1850'de normale döndü.
İstanbul Patrikhanesi çevresi, Yunanistan'da gelişen ulusçu düşüncelere herhalde hiçbir zaman tam olarak katılmadı. 1840'larda ortaya çıkan Megali İdea yani tüm Yunanlıları ve yaşadıkları yöreleri yeni kurulan devlete katma düşüncesi, Patrikhane tarafından benimsenmedi. Patrikhane, kimi İstanbullu soylular, zenginler ve aydınlar, Osmanlı çatısı altında ama Ortodoks ve Rum olarak yaşamayı yeğlediler. Bu hareket kimi zaman Helen Osmanlılığı olarak da dile getirildi. Bu görüşün taraftarları Osmanlı Devleti'nin güvenini yeniden kazanarak 19. yy'ın ortalarından başlayarak devlet yönetiminde önemli mevkiler kazandılar.
Ortak bir Türk-Yunan devletinin kurulması için 1908-1912 arasında İon Dragoumes (1878-1920) ve Atanasios Suliotes-Nikolaides (l878- 1945) İstanbul'da politik bir eyleme girişen illegal İstanbul Örgütü'nü kurdular.

Rumların Siyasal, Hukuksal Konumları:

Rumlar, Osmanlı Devleti'nin "millet sistemi" içinde özel bir statüde yaşadılar. 19. yy'a kadar Rumların ayrı ve "aşağı" konumda olduğunu gösteren uygulamalar, genel hukuk, yönetime katılma, din ve evlilikler alanındaydı. Mahkemede gayrimüslimlerin şahitligi ikincildi. Gayrimüslimler özel vergiler öderlerdi; ticaret hakkı ve izni almak için Hıristiyanlar Müslümanlara kıyasla, az da olsa daha fazla vergi ve daha yüksek gümrük vergisi öderlerdi. Asker, subay ve devlet memuru olamazlardı. Hıristiyan kimliklerini koruyarak üstlenebilecekleri devlet görevleri, yabancı dil gerektiren kimi danışmanlık görevleriyle, genellikle 18. yy'dan sonra, voyvodalık ve tercümanlıkla sınırlanmıştı. Yeni kilise kurmak yasaktı; onarımlar izne bağlıydı. Hıristiyan erkeğin Müslüman bir kadınla evlenmesi yasaktı; Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilirdi. Yasaya uymayanlar idam ya da linç edilirdi. Karma evliliklerde çocuklar Müslüman olurlardı. Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçme serbest olmakla birlikte, ters yönde bir din değiştirme ölümle cezalandırılırdı.
Rumlar sakal bırakamazdı, belli renkte giysiler giymeleri gerekirdi, kaldırımda yürüyemez, ata binemezlerdi. Evleri taştan ya da çok katlı olamazdı. Kürk giymeleri izne bağlıydı, Hıristiyan efendisi olan köle Müslümanlığı seçtiğini dile getirdiğinde salıverilmesi gerekirdi.
Rumlar, siyasal haklarının sınırını genişletmek için kimi zaman Osmanlı yöneticilere ricalarda bulundular, zorladılar, bazen de Osmanlı sınırları dışında ittifaklar aradılar. Yabancı devletler bu durumu fırsat bilip Hıristiyanları koruma bahanesiyle Rumlardan (ve genel olarak gayrimüslimlerden) yana girişimlerde bulunup Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karıştılar. Sonuçta bir Müslüman-Hıristiyan mücadelesine dönüşen ve dış güçlerin istismar ettiği bu siyasal mücadele, Rumlarla Osmanlı Devleti arasında kuşkuyu, güvensizliği artırdı ve toplumsal huzuru bozdu.
 
Azınlık Haklarında Reformlar
 
Osmanlı yöneticileri genellikle Batı'ya hoş görünmek ve baskılardan kurtulmak amacıyla, ama köklü bir siyasal değişikliğin yararına pek inanmadan, özellikle 19. yy'da bir dizi reformlara giriştiler. Gönülsüz yapılan reformlara Müslüman halk destek olmadı; hatta yer yer karışıklıklar çıktı, protestolar görüldü. 1839'da Tanzimat Fermanı ile "can, ırz, mal güvenligi" sağlanacağı, vergiler ve askerlik konularında Müslümanlarla sair milletler arasında eşitlik tesis edileceği ilan edildi. Gerçekten de 1840'ta Ceza Kanunnamesi'nin yürürlüğe girmesi ve idare Meclisleri'nin kurulması ile Rumlar yerel yönetimlere kısmen katılmaya başladılar. 1850'de Ticaret Kanunnamesi Osmanlı milletleri arasında, pratikte olmasa da hukuk alanında, eşitligi sağladı. Islahat Fermanı (1856) bu eşitliği yeniden onayladı, askerlik konulannda eşitlik yönünde adımlar atıldı. 1856'da Meclis-i Vala-yı Ahkam-i Adliye'ye ve 1868'de Şura-yı Devlet'e Rum delegeler tayin edildi. 1876'da Kanun-i Esasi'yi hazırlayan komisyonda da 2 Rum delege yer aldı. 1864'te yeni ve ileri bir eyalet ve vilayet yönetimi. 1876'da da meşruti yönetim denendi ve aynı eşitlik vaatleri tekrarlandı.
Ancak çağdaş anlamda siyasal eşitlik çokuluslu Osmanlı Devleti içinde gerçekleşemedi. 70 yıl içinde eşitliği sağladığını ilan eden reformların dört kez yürürlüğe konması, bu reformların eşitliği bir türlü sağlamadığını gösterir. Eşit yurttaş kavramı toplumun Müslüman kesimi tarafından benimsenmedi ve pratiği uygulamaya konamadı. Girişimler her seferinde bir süre sonra tavsadı ve eski uygulamalara dönüldü. Ancak İstanbul Rumları bu gelişmelerden, gene de büyük yarar gördüler.
 
Rumların Altın Devri
 
Yunan ihtilalinin yankıları dindikten ve Tanzimat - Islahat Fermanı gibi reformlardan sonra, 19. yy'ın ortalarından başlayarak 1908'e kadar olan özellikle Yunan devletinin genişleme eğilimleri sergilemediği yıllarda, Rum cemaati en parlak dönemini yaşadı, devletin güvenini yeniden kazandı ve özellikle Batılı devletlerin ticaret işlerinde aracılık yaparak zenginleşti.
Osmanlı Batı'nın Pazar ekonomisi yörüngesine girdiği 19. yy'da özellikle 1838'de İngilizlerle imzalanan antlaşmadan ve Batı sermayesinin girmesinden sonra (1855, 1858, 1860 yıllarındaki devlet kredilerinden sonra), Rumların bir kesimi tüccar, İngiliz ve Fransız tüccarların komisyoncuları, aracıları ve banker (sarraf) olarak önem kazandılar. II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Leonidas Zarifis, Hristakis Zoğrafos gibi bankerler devlete kredi verir konumdaydılar. Diğer ünlü bankerler arasında Evgenidis, Stefanovik Skilitsis, Mavrokordatos, İlyaskos vardı. İşadamları olarak da Simeon Siniosoğlu, Yorgos Hrisovergis, İoannis Haritonidis, İosifakis Eksercis gibi kimseler ün yapmıştı. Aynca kimi Rumlar hekimlik, mühendislik, avukatlık, ögretmenlik alanlarında da önemli mevkiler elde ettiler. Avrupa kökenli şirketlerde önemli idari görevler üstlendiler. Kalifiye işçi statüsünde olan işçiler de genellikle Rumlardı.
 
Kültürel Gelişim
 
Rumlar bu dönemde çok geniş ve etkili bir kültür ve eğitim gelişmesi sergilediler. 1870'lerde İstanbul'da 26 dernek (silogoi) kurulmuştu. Bunların en önemlisi 1861'de kurulan ve bir eğitim bakanlığı gibi yoğun bir çalışma içine giren Elinikos Filoloyikos Silogos Konstantinopoleos'tu. Bu yıllarda 105 okulda 15.000 öğrenci eğitim görüyordu. 1844'te Heybeliada Ruhban Mektebi kuruldu, 1875'te Zappas'ın parasal yardımıyla Zappion Kız Lisesi, 1881'de Zarifis ve başka zenginlerin yardımıyla Fener Lisesi (Megale tou Genous Schole), 1890'da banker Zoğrafos'un yardımıyla Beyoğlu'nda Zoğrafyon Rum Erkek Lisesi inşa edildi. 1892'de gene Heybeliada'da Ticaret Okulu, 1909'da Beyoğlu'nda Dil ve Ticaret Okulu kuruldu. Gene Beyoğlu'nda Hacihristos'un Lycee'si, Kendrikon Kız Lisesi, Ayia Triada, Ayios Konstantinos-Ayia Eleni kiliseleri kurulmuştu. Bu dönemde kilise inşa etme yasağı da kalktı.
Cemaat parasıyla inşa edilen hayır kurumları da vardı. 40 kadar binadan oluşan Balıklı Rum Hastanesi 1753'te hizmete girdi. 1853'te Büyükada'da yetimler evi kuruldu. Rumların yoğun olarak yaşadıkları Tatavla'da 19. yy'ın sonlarında bir spor kulübü ve müzik derneği kuruldu. 1906'da "Ara Olimpiyat Oyunları" şampiyonu olan Yorgo ve Nikolas Alibrantis kardeşler bu spor kulübünden idiler.
Kimi Rumlar önemli devlet görevleri üstlendiler. Stavrakis Aristarhis ve Spiridon Mavroyenis (Marko Paşa) II. Abdülhamid'in kurduğu Kanun-i Esasi hazırlama komisyonuna girdiler. Aleksandros Mavroyenis Viyana'ya, İoannis Aristarhis Berlin'e, Grigoris Aristarhis Washington'a elçi olarak gönderildi. Konstantinos Muruzis Atina'da elçi oldu; 1869'da Paris Kongresi'nde, 1871'de Londra'da Osmanlı Devleti'ni temsil etti. Aleksandros Karateodoris (1833-1906), Roma'da elçi olarak bulundu ve 1878'de Berlin Kongresi'nde Osmanlı Devleti'ni temsil etti. K. Musuros 1840-1848 arasında Osmanlı çıkarlarını Atina'da elçi olarak etkili bir biçimde savundu. Bu Rumlar, Atina merkezine bağlı olmayan, kendilerini Osmanlı Devleti'yle özdeşleştiren kesimdendi.
Bu zengin ve etkin Rum cemaati içinde kültür düzeyi yükseldi. Kitap basımı hızlandı, Moliere ya da Aishilos'un yapıtlarını sahneye koyan tiyatrolar ortaya çıktı. Bu gelişmelerin etkileri Patrikhane'de de görüldü. 1862'den başlayarak patrik, ruhanilerle sivillerin bir arada oluşturdukları meclis tarafından seçilmeye başlandı.
Bu durum toplumsal yapılanmaya da yansıdı. İstanbullu Rumların 8 üyesini seçtiği 12 üyeli Sürekli Cemaat Karma Meclisi, Kutsal Sinod'la birlikte din işlerini yürütmeye başladı. Üç yeni semtte, Galata, Beyoğlu ve Tophane'de, Rumların nüfusu l00.000'e vardı. 1880'lerde İstanbul Rumlarının nüfusunun, İstanbul'a yeni göçlerden sonra yaklaşık 200.000 kadar olduğu tahmin edilmektedir. Beyoğlu, Rumların en yoğun bulundukları ticaret ve kültür alanlarından biri oldu. Bu yıllarda 80'den çok kilise, 500 ayazma dindarlara hizmet sundu.
Rumlar, özellikle bu dönemden başlayarak İstanbul'a Batı yaşam biçimini getirdiler. Burjuva sınıfına özgü ölçülü bir lüks, geleneksel kurallara karşı çıkan kadınlı erkekli modern bir eğlence biçimi, daha serbest kadın-erkek ilişkileri, Batı tipi giyim, yabancı dillere verilen önemle, İstanbul'un Levantenleri ve yabancı uyruklu kimseleriyle birlikte kente kozmopolit havasını verdiler.
 
Fener Yöresi
 
Fener yöresi bu yıllarda önemini kaybetti ve yalnız Patrikhane'nin geleneksel semti olarak yaşamını sürdürdü. Fener Lisesi ve Yoakimyon Kız Lisesi Fener'in önemli kurumlarındandı. Rumların belki ilk (ve herhalde son kez) politik ve ekonomik isteklerini dinamik ve demokratik bir biçimde dile getirmeleri bu "parlak" dönemin son günlerinde oldu. Büyük bir katılımla gerçekleşen politik protesto yürüyüşü 1908'de görüldü. Gizli İstanbul Örgütü'nün yönettiği Politik Dernek (Politikos Sindesmos) 30.000 kadar Rumla Galatasaray'dan Babıali'ye yürüyüp milletvekili seçimlerindeki yolsuzlukları protesto etti.
 
Atina-İstanbul Merkezleri:
 
Yunan devletinin kuruluşundan sonra Yunanca konuşan Hıristiyan Ortodoks halk iki merkez arasında kalmış oldu. Atina bir ulusal merkezdi; İstanbul'daki Patrikhane ise ruhani bir merkez.. Bu ikilik bugüne dek kesintisiz süregelmiştir. Atina ulusal çıkarlar adına tüm Yunanlıların lideri olmaya çalışırken, Patrikhane tüm Ortodoksların lideri konumunu sürdürmek istemiştir. Bu mücadele çerçevesi içinde kimi zaman Yunan devleti yöneticileri devlet sınırlarını genişletmeye çalışırken (Megali İdea örneği) Patrikhane böyle bir davranışın Ortodoksları böleceğini savunmuştur.
 
Ulusçu çatışmalar
 
19. yy'ın sonunda Türk milliyetçiliğinin ideologları Osmanlı Devleti içinde etkin olmaya başladılar. Böylece Yunan milliyetçiliğine karşı ortaya yeni bir güç çıktı. I ve II. Balkan savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı olarak bilinen Türk-Yunan Savaşı hem ulusçu ideolojinin bir sonucu, hem de ulusçuluğu körükleyen politik gelişmelerdi. Osmanlı Devleti'nin güçten düştüğü, dağılmaya doğru bir gelişme sergilediği ve İstanbul Rumlarının güç kazandığı 19. yy'ın sonları ile 20. yy'ın başında, Yunan ulusçuluğu ve yayılmacı eğilimleri doruğuna ulaştı. Megali Idea olarak dile getirilen bir Büyük Yunanistan düşü bu yıllarda Rumlar arasında güç kazandı. İstanbul'daki okullar, dernekler, gazeteler ve genel olarak cemaatin büyük bölümü, bu ulusçu amaç doğrultusunda çalıştı.
Rumlar, ekonomik ve kültürel gelişmelerine güvenerek nüfus ve güçlerinin üstünde amaçlar peşinde koştular. Yunan ulusçuluğu, bir tür tarihsel hak iddiası ile, Yunanlıların azınlıkta oldukları Osmanlı yörelerine de göz dikti ve Yunan devleti egemenliğini, tüm Yunanlıları kapsayacak biçimde yaymak istedi.
Osmanlı yöneticileriyle Rum cemaati arasındaki ilişkiler, Jön Türkler'in (İttihad ve Terakki'nin) 1908'de iktidara gelmesiyle bozuldu. Rumlar (ve genellikle öteki gayrimüslim cemaatler) muhalefetin (Hürriyet ve İtilaf Fırkası gibi) yanında yer aldı. Merkezi ve milletlere özerklik tanımayan bir politikaya karşı olan ve liberal ekonomik anlayışıyla Rumların ekonomik çıkarlarına daha yakın düşen Prens Sabahaddin'i tuttular. Vasilaki Musuris-Gikis 1902'deki Jön Türk kongresinde Rum grubun başkanı, 1908-1909'da Kamil Paşa hükümetinde posta-telegraf nazırı idi, Prens Sabahaddin'in de yakını ve azınlıklar konusunda danışmanıydı.
İttihad ve Terakki, Rum cemaati ile anlaşmaya çalıştı. A. Mavroyenis'i Viyana'ya elçi gönderdi, Rum milletvekili sayısının artmasını önerdi. Ancak 1908'deki 26 milletvekilinin çoğu, muhalefetten yana tutum aldı. 1912 seçimlerinde lttihad ve Terakki (ve bu partiye bağlı 15 Rum milletvekili), seçimleri kazandı, muhalefet ve onlarla birlikte Rumlar büyük bir yenilgiye uğradılar. 1913'ten sonra artık Rum nazır atanmadı.
Balkan Savaşı ile ve özellikle 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti ile Yunanistan'ın farklı ittifaklarda yer almış olmaları sonucunda gerilim arttı. Rumlar yabancı bir devletin yandaşları gibi algılandılar. Trakya, Karadeniz ve Ege bölgelerinde Rum cemaatler yaşadıklan yerlerden Anadolu'nun içlerine sürüldüler. 1914-1918 arasında amele taburları oluşturuldu; Rum erkekler pratikte bir tür toplama kampı olan bu özel taburlarda toplandı. Kasım 1915 tarihli yasayla kıyılardan Anadolu'nun içlerine doğru tehcirler devam etti.
1. Dünya Savaşı yıllarında Rum tüccar ve işyerlerine boykot kampanyaları başlatıldı ve genel olarak Rumlara karşı ekonomik alanda zorluklar yaratıldı. İslamcılık ve Osmanlıcılık gibi ideolojik çözümler uygulanamayıp gözden düştü.
Balkan Savaşı yıllarında, bu savaşların neden olduğu ve Balkanlar'dan Anadolu'ya doğru olan Müslüman nüfus akımının ve Anadolu Rum nüfusunun tehciri ortamında, ilk kez Türk- Yunan (ya da Müslüman-Rum) nüfusun mübadelesi gündeme geldi. Ancak taraflar özellikle tazminatlar ve mübadeleye tabi halkın servetleri konusunda herhalde anlaşamadıkları için bu mübadele o yı1larda gerçekleşemedi. 1. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla bu girişim bütünüyle, 1923'e dek unutuldu. Ama o yıllarda, hem Yunan hem Türk tarafının tek uluslu devlet modeline sıcak baktıkları anlaşılmaktadır.
1918-1922 arasında Patrikhane de Yunan yayılmacı politikasının yörüngesine girdi. 25 Ekim 1918'de Patrik Yermanos Kavakopulos istifaya zorlandı ve yerine göreve atanan Doroteos yeni bir politika izledi. Bu yıllarda Patrikhane politik girişimlerle Yunan politikasını ve Megali İdea diye bilinen geniş Yunanistan düşüncesini destekledi. 16 Mart 1919'da kiliselerde Yunanistan'la birleşme isteği dile getirildi ve bu tarihten sonra Osmanlı yönetimiyle ilişkilerden kaçınıldı.
İstanbul Rumları 1. Dünya Savaşı'nın sonunda İstanbul'un işgali döneminde, Türk halkını tedirgin edecek denli Yunanistan'dan yana gösterilerde bulundu ve yakınlığı dile getirdi. Kimi İstanbullu Rum, Yunan ordusuna katılıp Anadolu'da savaştı. Bundan sonra, ulus olarak iki ayrı kampa ayrılan Rumlar ile Türkler arasında karşılıklı olarak güvensizlik, kuşku ve düşmanlık duyguları yer etti.
Bu yıllarda taraflar ve genellikle sıradan halk, büyük zorluklarla karşılaştı, acılar tattı. Sıcak savaş ortamı her türlü vahşeti ''geçerli'' kıldı.
Türk-Rum mücadelesi Anadolu'da ve Trakya'da 1925'te tamamlanan nüfus mübadelesiyle sonuçlandı. Anadolu'dan Yunanistan'a bu yıllar boyunca 1-1,5 milyon olduğu tahmin edilen bir nüfus kayması görüldü, Türkiye'ye ise yaklaşık 600.000 muhacir geldi.
Etnik arındırma böylece resmen uygulanmış ve onaylanmış oldu. olan işçiler de genellikle Rumlardı.
 
Cumhuriyet Dönemi
 
İstanbul Rumları ve Patrikhane (ve Batı Trakya Türkleri, genel olarak Müslümanlar) mübadelenin dışında bırakıldılar. Bunun nedeni açık bir biçimde dile getirilmemiştir. Mamafih iki neden akla gelmektedir: Birincisi Patrikhane geleneğini (dinsel ve kültürel bir amaçla ya da politik art niyetle) sürdürmek isteyen Hıristiyan ve özellikle Hıristiyan Ortodoks dünyanın bir ''cemaat''e gereksinim duyması ve bu yönde ağırlığını koyması, ikincisi İstanbul Rumlarının mallarının yüksek değeri yüzünden tazmin edilmesinin zorluğu.
Resmi devlet istatistiklerine göre 1924'te l.000.000'luk İstanbul'da 280.000 Rum vardı; Rumlann bir bölümünü 1914-1922 arasında kente sığınanlar oluşturuyordu. 1927'de bu sayı 90.000'e düştü. Aynca 26.000 de Yunan uyruklu Rum vardı. 1934'teki bir değerlendirme 73.000 Rum ve mübadeleye dahil edilmeyen 30.000 Yunan uyruklu Ortodoksun İstanbul'da yaşadığını göstermiştir. Rumlann nüfusu Cumhuriyet döneminde sürekli bir düşüş izlemiştir. 1994'te sayılan toplam İstanbul nüfusunun binde birinin çok altındadır.
Bu dönemde Rumların yasal statüleri çelişki içeren iki temele dayandırılmıştır. Lozan Antlaşması'nın azınlıklarla ilgili 37-44. maddelerine göre eğitim, din, dil konularında özel hakları olan bir azınlık statüsündeydi; aynı zamanda da (özellikle Medeni Yasa'yla ilgili 42. maddenin 1926'da uygulanmasına son verilmesinden sonra) bütün Türkiye uyruklular gibi eşit yurttaş konumundaydılar.
İlişkilerin iyi olduğu dönemlerde (örneğin 1930-1940, 1947-1954, 1959-1964, 1967-1971 gibi) göreli bir özgürlük ve refah dönemi yaşanırken, iki ülke ilişkilerinin bozulduğu yıllarda (1922-1929, 1955-1959, 1964-1967, 1972-1980 gibi) baskılar altında kaldılar. 1955, 1964, 1974 sonrasında göçün ve nüfus azalmasının bu kriz dönemlerinde hızlandığı gözlendi.
 
Atatürk Dönemi
 
Özellikle 1930'larda gerçekleşen Türk- Yunan yakınlaşması sonucunda Rumların yaşam koşulları olumlu yönde düzeldi. Anadolu 'yu ziyaret etmek için izin almak gerekliliği kalktı; Rumların ''etablis'' statüsünde olmayan çocuklarının ve eşlerinin İstanbul'a gelmelerine izin verildi ve TBMM'de bir Rum milletvekili yer aldı. Rumlar tarafından ''Atatürk dönemi'' olarak algılanan bu dönemde ''yurttaş'' kavramı ve Atatürk sevgisi Rumlar arasında çok yaygındı.
Ancak genel olarak Cumhuriyet döneminde Rumların eşit yurttaş konumunda bulunmaları, örneğin memur ve yüksek memur statüsünde olmaları, askeri okula alınmaları ve subay olmaları, yani güvenilip devlet yönetimine katılmaları kısıtlandı. Zaman zaman kimi çevrelerce bu azınlık grubuna karşı Türk Ocakları tarafından ''Vatandaş Türkçe konuş'' kampanyaları, Patrikhane'ye karşı Papa Eftim (Türk Ortodoks) hareketinin desteklenmesi gibi taciz politikaları uygulandı. Rum azınlığa karşı resmi konumda olan uygulamalar da oldu.
II. Dünya Savaşı yıllarında 18-45 yaş arasındaki Rum erkekler askere alınıp 5.000 kişilik gruplar halinde Anadolu'ya çalışma kamplarına gönderildiler. İşçi Alayları ismindeki bu özel birimlere alınan ''askerler''e silah verilmeyip angaryalarda çalıştırıldılar.
 
Varlık Vergisi
 
1942'de gayrimüslimler aleyhine çalıştırılan Varlık Vergisi yasasıyla Rumların servetlerine el konuldu. Mahalli düzeyde oluşturulan ''takdir komisyonları''nca ve itiraz hakkı olmadan belirlenen vergilerin 15 gün gibi kısa bir süre içinde ödenmesi istendi. İflaslar kaçınılmaz oldu; mülk ve eşyalar yok pahasına elden çıkarıldı ve Türklerin eline geçti. Rum cemaati toptan bir ekonomik yıkıma ugradı. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale'ye toplama kamplarına sürüldü. II. Dünya Savaşı'nın Almanlar aleyhine döndüğü 1943 başlarında Varlık Vergisi uygulamasından vazgeçildi.

Rahat Bir Nefes
 
1945-1954 arası Rumlar için kısa ama rahat bir dönemdi. NATO çerçevesi içinde iki ülkenin yakınlaşması ve yumuşayan uygulamalar sonucunda, Rumlar geleneksel ticaret faaliyetlerini sürdürebildiler, cemaat içindeki dayanışma ve yardımlaşmadan da kaynaklanan koşullarla, İstanbul halkının ortalamasının üstünde bir yaşam düzeyi sağladılar ve 23 ilkokul ve 5 liseli eğitim kurumları, spor ve kültür dernekleriyle yaşamlarını düzenlediler.

Yeni Göçleri Başlatan Tarih: 6-7 Eylül 1955
 
Yunanistan'ın Kıbrıs politikasını protesto etmek isteyen ''nümayişçiler'' tarafından, 6- 7 Eylül 1955 gecesi Rumların işyerleri, evleri yağma edildi, 73 kilise tahrip edildi ya da yakıldı. Kimi semtlerde 200'e yakın ırza geçme olayı ve kundaklamalar oldu, bir papaz yakıldı, mezarlıklar tahrip edildi.
9 yıl sonra, 1964'te gene Kıbrıs anlaşmazlığı yüzünden Türkiye, Yunan uyruklu Rumların oturma iznini yenilememeye karar verdi. Birkaç ay içinde 8.000 Rum Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Ancak bu kimselerin çoğunun eşleri ya da yakınları Türk uyruklu olduğundan İstanbul'dan ayrılan Rumların sayısı 15.000'i aştı.
Son büyük göç 10 yıl sonra 1974'te Kıbrıs çıkartması sonrasında, savaşın doğurduğu heyecan ve ulusçu coşkunun Rumlar arasında doğurduğu panik yüzünden oldu.
 
Bugün
 
Nüfusun azalış hızına bakıldığında, 21. yüzyıl başlarında İstanbul Rumlarının tarih konusu olacağı öngörülebilir. Bugün İstanbul Rumlarının sayısı 3.000 kadardır. Rum cemaatin en üst kurumu olan Patrikhane'nin geleceği de, bir yandan cemaatin azalması, öte yandan kimi çevrelerce kuşkuyla bakılması yüzünden, pek parlak sayılmamaktadır. Yakın geçmişteki Rumlar, daha uluslararası ve Batı'ya açık kozmopolit bir İstanbul'u anımsattıkları derecede, günümüzde nostaljik bir atmosfer içinde gündeme gelmektedirler. Rumlarla ve ulusçu çatışmalarla ilgili hoş olmayan anılar genellikle unutulmuş, tavernalı, şakrak şarkılı yanları ise anımsanmaya başlanmıştır. Rumlar adeta İstanbul tarihinin geride kalmış ''hoş'' bir sayfası gibidir.
Eski bir Rum kasap havasının sözleri, gittikçe daha az işitilen dilde, yüzyıllarca sürmüş olan bu süreci özetler gibidir:
 

Sto Galata tha pyo krasi, sto Pera tha methiso

Şarap içtim Galata'da, sarhoş oldum Pera'da

Ke mesasto Yedikule, kopela thagapiso

Bir kız sevdim Yedikule'de

Ehe ya Panaya, ta milisame

Hoşça kal Meryem Ana, bu bir sohbetti

Oniro itane, ta lismonisame.

Bir rüya idi, unuttuk gitti.

 

Iraklis Millas
"Geçmişten Bugüne Yunanlılar"
 

 

Home ]
Last modified: ΦΕΒΡΟΥΑΡΙΟΣ 22,  2021