| |
-
Boğaziçinin neşeli yalılar
semti
-
ARNAVUTKÖY – MEGA
REVMA
-
Çelik Gülersoy
|
Boğaziçi'nin,
daha Roma çağında bile oturulan ve yaşanan,
şehre de en yakın köylerinden biridir Arnavutköy.
Adı, tüm Roma, Bizans ve Osmanlı dönemleri
boyunca gözler önüne hep zengin bir atlas kumaş serip
sergileyen nüfusunun alacalı renklerinden
birini yansıtan bir zenginlikle, asılları
Dalmaçya kıyılarından (oraya da belki iskandinavya'dan)
gelme insanları anlatıyor, Arnavutların köyü.
Kuru
tarihe başvurduğunuzda, Büyük
Konstantin'in Hazreti Mikail adına bir kilise yaptırdığını,
Justinianus'un onu yenileyerek daha
büyük bir bina çıktığını,
Latin istilasında yağmalanan mabedin taşlarının Fatih tarafından Rumeli
Hisarı inşaatında kullanıldığını,
Arnavut adının ise buraya 1500'ler ortasında
verildiğini öğrenirsiniz. Ama nüfus, tarih boyunca,
önce Musevi sonra Rum ağırlıklı
olmuş. Birinci Cihan Harbi
öncesinde yazdırılmış
Şirket-i Hayriye'nin eserinde,
168 evde 493 | Türk/Müslüman,
975 evde
5973 Rum
yaşadığı yazılı.
1877
büyük yangınından
sonra
Museviler
burayı terk etmiş, yerlerini zamanla
Türk/Müslüman nüfus almış. Köy,
kısmen poyraza, daha çok da gündoğusu
rüzgarına açık.
O yüzden yangınlara
karşı rizikolu bir konumu var.
Amerikalılar,
o
geniş
araziye
ünlü
Kız Koleji'ni oturtmuşlar.
Kıyıya
da, bitişik yalıların kolyesi dizilmiş.
Ama yukarıdaki tepelerle,
aşağıdaki geniş
su yolu, yani deniz arasında
tutunmuş olan bu köy, sadece kuru tarihle anlatılamaz
ki.
Önce
onun, bitki dünyası, yani ağaç zenginliği ve ünü
tüm ülkeyi tutmuş sebze ve meyve bereketliliği
var. Ulu
ağaçlan, denizi seyreden yamaçları boydan boya
kaplıyor. 19. yüzyılda Batılılaşma süreci
içinde gelip buraya yerleşen
Amerikan Kız Koleji'nin,
Atlantik ötesi mimarisini sergileyen güzel taş
yapılarının arasını dolduran ulu çamlar,
çınarlar, çitlenbikler, sonra her bahar beyaz
ya da pembe şamdanları ile donanan at kestaneleri ve bütün Boğaziçi gibi bu yeşilliklerin
arasını da, her yılın
Nisan aylarında, bir ressamın paletinde olduğu
gibi siklamen tonları ile renklendiren, boyayan,
erguvanlar, bu ağaç bolluğunun yeterli kanıtlarıdır.
Ulu
çınarlar, denize bakan yamaçlarla yetinmez. Tepelerin
arkasında 1950'lerin bir yerleşimi olan Etiler
semtine doğru çıkan vadiler, çukurlar ve arazi
yarıkları boyunca da, boy atıp serpilip dururlar. O
ana yokuşun üstünde, Etiler'in hemen yamacında
tutunup kalmış bir Rum
kilisesinin ve küçük mezarlığının
üstünü, aynı ulu çınarlar örter ve
üç mevsim boyunca, güneşin
ışığına karşı,
koyu yeşil gölgelerini
yerlere serperler. Orada eski
bir mezarlık bekçisinin
açtığı ilk küçük meyhanenin
önündeki tenha teras, yıllar
boyu nice tabiat aşığına
ve keyif ehline, yani sadece mey düşkünü olmayan,
ama içine biraz su katınca boz bir renk alıveren
o "aslan sütü" ile beraber,
onun yanında, biraz kavunla, biraz yeşil biberle,
biraz beyaz peynirle, ama biraz da dost sohbetiyle
ve çevrede durmadan şakıyan isketelerin,
ispinozların ve hele de bülbüllerin konseri ile, mest olan,
yani kendini ve yaşamın dertlerini unutan
insanlara kucak açmıştı. Tabiat,
Boğaz'in bu köşesinde semalara yükselttiği
ulu ağaçlan ile yetinmiyordu: Yerleri önce yeşil,
biraz dikenli olan bir yeşil bitki ile örtüyor, sonra bu
zahmetli ve umut da vermeyen sık yaprakların içlerini,
sürprizli bir bereketle, Tanrısal bir lütufla, yine her
bahar, pembe beyaz meyveciklerle
dolduruveriyordu.
Arnavutköy'ün
köy adı ile beraber paralel giden ve
"otomatik bir çağrışım" yapan, ünlü
çileği! Bu sevimli
meyve, elle birer birer toplandığında ve ince, dar, uzun
sepetlere doldurulduklarında, son bir
armağan ve yeni bir sürpriz olarak, önce onları
toplayan insan ellerini, sonra tüm çevrelerini, baş
döndüren, tatlı, latif bir koku ile parfümlüyordu.
Hiçbir likör, bu taze "rayiha"yı tam
yansıtamazdı.
Arnavutköy'ün
pembe beyaz küçük çilekleri, sadece
bostanlarını, bahçelerini ve evlerin mutfaklarını
değil, şehre taşınmak üzere sepetlerle istif
edildikleri, semtin küçük ve resimsel
vapur iskelesini de, her bahar sinen ve haftalarca çıkmayan
kokulan ile dolduruyor ve az sayıdaki yolcunun başını
döndürüyordu.
Bunları,
yitip gitmiş bu bereketi, çilek deyince
"kuşbaşı et" boyutlarında ve görüntüsündeki
hormonlu ve garip meyveleri tanıyan
günümüz insanına anlatmak,
kolay değil. Arnavutköy'de bundan 20-25 yıl önce,
toplam 400 dekarlık
tarlalarda 25-35 bin kilo Osmanlı çileği,
40-45 bin kilo da frenk çileğinin
elde edildiğine herkesi inandırmak da kolay değil.
Hem de, bu günkü gibi 15-20 milyonluk değil,
l milyonun altındaki bir şehre, bu üretim!
Arnavutköy,
sadece ağaç, çiçek, meyve
cenneti de değildi. Birbirinden sevimli
ve tipik yapıların ve o evlerde oturup birbiri ile en candan, en
sıcak dostluk ve komşuluk ilişkilerini
kurmuş olan insanların
dünyası idi. Bu
ikincisini, İstanbul'un ve Anadolu'nun her köşe
bucağında
bulurdunuz.
Ama
"tipik ve karakterli yapı" bahsinde bu Boğaz köyünün,
şehrin öbür mahallerinden ayrılan özellikleri
vardı: istanbul'un bütün semtleri, daha çok barındırdıkları
nüfusun iç dokusundan ileri gelen bir görüntüyle,
epeyce değisik mimarilere sahip idiler Divanyolu'nun, Beyazıt'ın,
Süleymaniye'nin
koca
konakları, içerlerinde
çok zenginlikler ve görkemler saklasalar
da, dıştan, o kavuklu,
üniformalı, kılıçlı-madalyalı
sahipleri gibi, ağır oturaklı,
sakin ve durağan cepheler gösterirlerdi.
Bu yapıların boyaları bile ağır başlıydı.
Kül rengi, tahin rengi.
Boğazın
koca yalıları, aynı ağır başlılıktaydı,
ama eski
yapılar sadece aşı boyası, yani koyu kırmızı
kalırken;
daha yeniler, renklerinde neşeli tonlara kavuşurdu:
Süt beyazı cepheye, yeşil veya sarı panjurlar
gibi...
Arnavutköy'dekiler
ise, hem renk tonlarını artırıyor,
hem de son kalan örneklerde bugün de görülebileceği
gibi, cephelerindeki oymalar, işlemeler, saçaklar,
balkonlarla, adeta birer "kuş yuvası" görünümü
kazanıyorlardı.
Köşe
başlarındaki manavlar, bakkallar, girişlerini ta
tepelere tırmanan birer asma ile gölgelendiriyor; kaldırıma
yerleşen lakerdacılar, çirozcular, cam kutularını,
astıkları ampul dizileri ile ışıklandırarak,
o köşeyi birer tablo güzelliğine çeviriyorlardı.
O oymalı, işlemeli, süslü
evler, ruhsuz birer yapı değillerdi,
içlerinde duygulu, duyarlı insanları barındıran birer rüya, birer keramet, birçok incelik
taşıyan küçük
gezegenler halinde yaşıyorlardı. Yaşadığım
şu örnekte olduğu gibi:
1980'li
yılların başında bir gün otomobille sahilden Etiler'e
çıkarken, ilk iç meydancılığın
üstünde, köşe başında yer alan tipik bir
ev dikkatimi çekti. Ani bir
kararla şoföre arabayı durdurup kapısını
çaldığımda, ben daha "evlerini bir
bağış olarak onarmak"
arzumu dile getiremeden, kapıyı açan hanımefendi,
beni gülümseyerek içeri davet ediyor ve "rüyasını
gördüğü bu ziyareti kaç gündür
beklediğini" dile getirerek, beni hayretlere
garkediyordu. Arnavutköy evleri
sadece rüya, keramet ve hayret üretmekle de kalmaz ama. O oymalı, aşmalı, süslü
yuvalar nice anılarla da yüklüdür.
1937 yılında 7 yaşındaki Çelik
(babasını yeni kaybetmiş bir yetim), eli annesinin elinde,
kıyı yolu üzerinde zengin ve uzak bir hısımlarının
yalısına günübirlik bir ziyarete, bir öğle
yemeğine gelir.
Gün
boyu, büyükler için ziyafetle ve sohbetle, çocuklar
için ise oyunlarla geçer. Karşıda masmavi deniz,
yanda ve arkalarda yemyeşil bahçeler, kocaman bembeyaz
çiçeklerini açmış manolyalar, hepsi
birer masal sahnesi gibidir. Ayrılma saati geldiğinde,
evin çocukları koro halinde ısrar ederler: "Çelik
yatıya kalsın!". Annesi gencecik Münevver Hanım
ne yapsın, onu bırakıp merdivene yöneldiğinde,
küçük Çelik gözyaşlarına boğulur:
"Beni bırakma!". O gün, anaoğul,
yürekleri mutluluk dolu ve elele,
evlerine dönerler.
Sonra
yıllar, yıllar geçer. Devran döner, doğanın
acımasız yasası işler:
Anne, akıbet, oğlunu bırakır gider.
Kimler, şimdilerde nasıl
bilsin: 70 yaşına gelen Çelik'e,
yalılar, arabalar, manolyalar... değil, yine elinden
tutacak annesinin eli lazım.
- Çelik
Gülersoy
-
Yazar
- Temmuz 1999
-
|
-
ARNAVUTKÖY – MEGA
REVMA
-
PICTURESQUE CHARM
-
ON
THE BOSPHORUS
-
by Celik Gulersoy
|
The
district of Arnavutkoy on the
European shore of
the Bosphorus was one of the closest villages to Istanbul
and inhabited as early as Roman times. The name, meaning Albanian
Village, is derived from the
fact that centuries later settlers from the shores of Dalmatia
(who may have migrated there from Scandinavia) made their home in Arnavutkoy.
The
history books tell us that Constantine the
Great had
a church dedicated to St. Michael
built here, which
was rebuilt on a larger scale by the Emperor Justinian.
The church was looted during the crusader
invasion of Istanbul in Byzantine
times, and stones
from the ruined building used by Mehmet II in the construction of Rumeli Hisari fortress in the midfifteenth
century, prior to the conquest of Istanbul.
Despite
the name Arnavutkoy, which dates
from the mid 1500s, the population
seems to have
been mainly Jewish for most of the
village's history, only
in later times the
balance changing
in favor of the Greeks.
A publication
of the Sirket-i Hayriye
(Istanbul Ferryboat
Company)
written just before the First World
War gives the
population as 493
Turks and Muslims
in 168 households,
and 5973
Greeks
in 975 households.
The
Jewish population
had moved away after the great fire of 1877
and Muslims took their place. Arnavutkoy
was particularly at risk from
fires, because of its exposed
position to easterly winds
and to a lesser extent to northeasterly winds, which caused fires to spread quickly
among the timber houses. In 1871
Americans purchased the waterfront house
or yah of Musurus Pasha and the
wooded park behind, and
established the American College for
Girls. But such dry facts do not do justice to the picturesque
atmosphere of Arnavutkoy, whose seafront is lined with pretty wooden houses, and whose
narrow streets and lanes climb up the hillside
behind.
Once
upon a time Arnavutkoy was best
known for its
woods of great trees behind the village, and its famous orchards and
market gardens whose fruit and
vegetables were known throughout the country.
The
grounds of the American College, now coeducational,
is still filled with great pines, planes, nettle
trees, horse chestnuts whose candles of white and
pink blossom light up the woods every spring, and
of course the Judas trees
whose brilliant cyclamen
colored blossom splashes
color along the shores
of the Bosphorus in April.
The huge planes were then not confined
to the hillsides facing the sea,
but filled the valleys and bowls
reaching up to the district of Etiler,
which has become built up since
the 1950s.
For three seasons of the
year they threw their dark green shade over a Greek
Orthodox Church and its small cemetery on the slope beneath Etiler.
Nearby was a small tavern owned
by a former cemetery
keeper. For many years its peaceful terrace attracted
those who enjoyed the combined pleasure of
green surroundings with a glass of aniseed flavored
raki, the so called 'lion's milk', which takes on a milky
white color when mixed with water,
accompanied by small plates of melon, green
peppers, and white cheese. There the time passed
so pleasantly, with a little friendly conversation,
and the chorus of titmouses, chaffinches and nightingales,
that all one's troubles faded out of sight
and mind.
Nature
was not content just to send high trees thrusting
into the sky in this corner of the Bosphorus. The ground was covered by a green undergrowth of thorny bushes, within whose thick unpromising
leaves were hidden a surprise gift of God each spring when the pink
white fruits appeared. These were the celebrated Ottoman strawberries
associated with Amavutkoy!
This delicious
fruit, picked one by one and packed into tall narrow
baskets, is now a rarity. But in its more abundant days it used to make a
delightful gift, filling
the air with its delicate fragrance, which no preserve
or liqueur could quite capture. At
one time the small pale pink strawberries of Arnavutkoy
grown in the market gardens and private
gardens of Arnavutkoy
were so plentiful that the
scent hung for weeks in the air around the tiny picturesque
ferry terminal from which the strawberries
were sent to the city markets, intoxicating the
few passengers.
Those
strawberries were not to be compared with the meaty red lumps fed with
hormones, which are sold
as strawberries today. Two or three decades ago
the strawberry fields of Arnavutkoy
covered
40 hectares (100 acres) and produced between 25,000 and
35,000 kg of Ottoman strawberries and 40,000
to 45,000 kg of European strawberries each year.
It is hard to make anyone believe these figures
today. And this level of production was moreover
at the time when Istanbul's population was less
than a million, not 15-20 million like today. Arnavutkoy
was not just a paradise of trees, flowers and
fruit, but a place where the inhabitants of those
lovely old wooden houses were a closeknit community
of neighbors and friends. Indeed, the same was true for every part
of Istanbul and Turkey in those days.
But
each district was distinct in architectural terms, each reflecting the diverse origins and social status
of their inhabitants. The great konaks of Divanyolu, Beyazit and Suleymaniye, painted in serious
colors like ash gray or cinnamon
brown, presented an earnest and dignified
appearance, like a stiff, uninformed
army officer on parade, but within
contained lavish magnificence.
The
exteriors of the huge
yalis of the Bosphorus
had a similar stark dignity, and in earlier
centuries were only painted dark red ochre. Not
until the 19th century did they acquire more light
hearted
tones, such as white walls and green or
yellow painted shutters. The wooden houses of Arnavutkoy,
as the last survivors show, were painted
in a wider range of colors and adorned with intricate carving and other decoration on their eaves
and balconies, so that I have always likened them
to lovingly made birds nests The
grocer's shops and greengrocers on the corners grew
creepers at their doors and trained them over the entrance to provide
agreeable shade. The vendors
of lakerda (salted bonito) and ciroz (dried and salted
mackerel) who arrayed their wares on the pavements in the evenings, lit up
their glass jars with strings of light bulbs, transforming that corner
into a charming scene. The
carved, decorated houses of Arnavutkoy
were not soulless structures, but each a tiny, uniquely crafted
world, inhabited by people of sensitivity. One day in the early 1980s,
when I was driving through Arnavutkoy up to Etiler,
a typical Arnavutkoy house caught
my eye on the comer of the first small
square. On the spur of the moment I asked the driver to stop, and knocked
on the door, intending to offer
funds to renovate the house. But before
I could say a word, the lady who opened the door
smiled and invited me in. She said that she had foreseen my visit in a
dream, and had been waiting for
me for days. I was astonished.
The
houses of Arnavutkoy not only
foster dreams, miracles
and astonishment, but are filled with memories.
In 1937 the 7year old Celik (who had just
lost his father), walked hand in hand with his mother
along the seafront to spend the day with some
wealthy distant relatives at their yali. For the adults
the day passed in eating and conversation, and
for the children in play. On one side of the house
there was the blue sea, and on the other three
sides green gardens where the magnolias were
in flower. It was like a place out of fairytale. When
it was time to go the children of the house protested
in chorus that their young visitor should stay
for the night. His young mother, Munevver Hanim,
had to agree. But as she turned towards the
stairs Celik's eyes filled with tears, and he begged her not to leave him there. So with happy heart mother and
son walked home hand in hand.
Years
passed and the ruthless cycle of nature's laws
divided mother and son. Who would guess that
today the 70-year-old Celik yearns not for yalis, cars and
magnolias, but for a mother to hold him
by the hand?
- Celik
Gulersoy is a writer
-
July 1999
|
| |
|